Bugün Zenith Oteli’nin ilk sayfalarını okudum. Ve içimde bir yazma isteği oluştu. Gerçi bu hissiyat ara ara yokluyordu benliğimi ama; galiba en şiddetlisi buydu. Galiba artık okumak gibi kendimce, daldan dala, pervasızca (bu kelimeyi seviyorum) yazmak da istiyorum.
Okuma yaptığım zamanlar niye, ne için okuduğumu sorardım kendime. Cevabı bazen kafa dağıtmak, bazense düşünmek- düşüncelerimi belli bir konuda yoğunlaştırmak, bazen yalnızlığıma çekilme bahanesi ve bazen de yalnızlığımdan kurtulma isteği olurdu. Ve bazen de gündelik hayatın koşuşturma ve stresinden uzaklaşıp, kendime zaman ayırma isteğiyle (veya mecburiyet hissiyle) yaşama eylemini bir nebze olsun gerçekleştirebilme ihtiyacıydı. Bu sorunun nihai bir cevabı yok, ve hiç olmayacak.
Kesinlikleri ve ‘en’leri sevemedim. Öyle sınırlayıcılar ki diğer bütün ihtimalleri, şüpheyi, özgürlüğü öldürüyor. Gerçi özgürlük dediğimiz şey içgüdüsel bir yanılgıdan ibaret. Bu olgu imkansız, beyhude bir arayış, olmaz olana ulaşma çabası gibi. Zira bir yerden, bir şeylere sürekli bağımlı olacağız. Sanırım çok kesin konuştum ve galiba kendimle çeliştim. Olsun, güzel. Kendinle çelişebilmek güzel, stabil değil dinamik bir kere. Ve dinamizmi seviyorum, hem fiziki hem de mental açıdan. Neyse çok dağıttım konuyu, daha yol uzun, vakitse şimdilik çok.
Yazma isteğine gelince, neden yazmak istiyorum, yazıyorum? Okunmak için mi, hayır. Veya bir çeşit egoizm tatminkarlığı mı, yine hayır. Sanırım beni ben yapan fikirlerimi ve düşüncelerimi yazıya dökerek somutlaştırma isteği. Fakat bu sorunun cevabı için henüz çok erken.
Hayata hep alıştığımız penceremizden bakıyoruz, oysa binlerce pencere var. Alışılmış olan daha az korkutucudur. Ve medeniyetin rahatlığına alışmış olan bizler, belirlenmiş alışkanlıklarımızı çok seviyoruz. Alışılmışın dışında ve belirsiz olana tedirgin yaklaşıyoruz. Ön yargımızın kaynağı da budur belki. Bir keresinde “Yalanın Erdemi” diye bir kitap okumuştum. O, hayatıma bir pencere katmıştı mesela. “Cehennme Övgü”, o da çok güzel bir pencere katmıştı. Her insanın içinde bir derya deniz, bir iç dünyası var. Ve bazen buralardan çok değerli hikayeler süzülüyor dışarılara. Penceredeki kız tablosu ve hikayesi geldi aklıma, neyse buna girmek gereksiz şuan. Hayatımdaki pencereleri çoğaltmaya çalışıyorum, daha iyi görebilmek için. Zira bakmakla görmek arasındaki farktan bahsetmeye lüzum yok sanırım.
Kendimi sürekli eğitmeye uğraşıyorum, bir bakışta fikir edinmemek, yargıda bulunmamak için. Ama çok zor bir durum, belki de insan olarak, en vahim zaafımız budur. Her insan bir başka insandan, farklı bir konuda, her daim için üstün veya daha iyi olacaktır. O yüzden üstünlük yarıştırmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Eminim ki hor gördüğümüz ve bir görüşte silip attığımız insanlar, senin ve benim bilmediğimiz bir ton şey biliyorlar. Bilgenin, Orphalese halkına seslendiği gibi; bilgeler, sizlere bilgeliklerini vermeye geldiler. Bense bilgeliklerinizden almaya geldim.
Şimdilik yazacaklarım bunlar, içimdekileri kustum. Hmm sanırım yazmak istememin nedenlerinden biri de belki budur, zehri dışarı akıtmak…