Saat akşamın altısı… İşten çıkalı yarım saat olmuştu. Yağan yağmurun evlerine dağıttığı insan sürülerinden arınmış kaldırımlardan yürüyerek evine doğru hareket ediyordu. Paltosunun üstü, az önce dinen yağmurun etkisiyle az-çok su tutmuştu. Öne yapışmış saçlarını sol eliyle eski haline getirmeye çalışıyordu ve diğer bir yandan da paçaları bol gelen pantolonu ıslanmasın diye çekiştirmeye çalışıyordu… İllallah gelmişti artık bu pantolondan, değiştirmenin vakti gelmişti artık fakat dışarı çıkıp yenisini almaya ne zamanı ne de isteği vardı. Monoton hayatından çok sıkılmıştı Fikret, 30’una basmadan hemen önce dökülen saçları ne kadar stresli bir hayat yaşadığını gösteriyordu fakat bu hayatı biraz daha çiçeklendirme şansı olduğu halde buna cesaret edemiyordu. Dalsız-budaksız, dümdüz bir hayat yaşıyordu Fikret… kalabalıkları sevmiyordu, ama onu en çok da kalabalıklar içerisindeki kendi yalnızlığı boğuyordu.
Sahi, size biraz Fikret’i anlatayım. Her gün sabahın köründe kalkıyordu Fikret, en büyük gayesi de işe 5 dakika geç kaldığı zamanlarda azarına maruz kaldığı personel müdürüne gözükmeden ufak ofisine geçmekti. Hoş, sanki iş patrona gözükmeyince çözülecekti ya… İş arkadaşlarını sevmiyordu hiç. İş arkadaşları… “arkadaş” tabiri gülünçtü bu sahte insanları, yapmacık gülümsemeleri tanımlamak için… Biliyordu, birkaç kez de şahit olmuştu; çalıştığı cansız bir renkle boyanmış bu binanın her bir ofisinde bu insanlar birbirlerini çekiştiriyorlardı. Gerek onu, gerek başkalarını… İlk zamanlarında nefret ediyordu Fikret, bu fiskos döngüsünden, fakat elden ne gelirdi ki… zaman içerisinde görmemeye başladı, karşılarında duran bu karaktersizlerin gözlerine boş boş bakmak en güzeliydi ve kendisi de bu yolu seçmişti. Sene içerisinde birkaç kez pikniğe falan giderlerdi bu adam ve kadınlar. Yalandan yere Fikret’i de çağırırlardı. Ve Fikret, belki de senesinin en aksiyonlu zamanlarını o anda yaşardı; gidilen piknikten firar etmek için mantıklı bir bahane bulma anı… hem de birkaç saniyede. Ama şanslıydı, bazen şirketin dağıttığı kıytırık akıllı telefonlara yüklenmiş chat programların birisinde bir toplu konuşmada yöneltilirdi bu soru kendisine. İşte o zaman bir oh çekerdi, çünkü kendisine cevap verilmesi adına daha fazla süre tanınmıştı. İşte o zamanlarda çok severdi teknolojiyi, iyi ki vardı bu teknoloji, iyi ki kurtarmıştı onu saçma ve inandırıcı olmayan bir bahane bulma eşiğinden… Cevabı “hayır” olurdu Fikret’in, tüm iş arkadaşları gittikleri piknikte dişlerini gösterirken yalandan gülücüklerini, ve saçarken “aman canım, kaç kere çıkıyoruz” düşüncesiyle ceplerinden çıkardıkları paralarını, o evde hüngür hüngür ağlardı. Hiç kimse görmeden, salondaki ikili kanepeye oturmuş, dirseklerini dizlerinin üstüne koymuş ve gözlerini ovar bir şekilde… sadece ağlardı. Hayatını çiçeklendirmek istiyordu Fikret, ama korkuyordu bir kez daha yenilmekten. Bu sefer de hayatını renklendirmek istediği çiçekler bir tarafına girmesin, diye korkuyordu.
Saat 12.30 falan… sene 2011. Üzerinden tam üç sene geçmiş fakat dikenleri hala kalbine batıyor Fikret’in. Bostancı’da denize bakan bir yerde buluşmayı teklif etmişti Fikret, saçları henüz dökülmeye başlamıştı; tipi de fena sayılmazdı. Hayır, Fikret kendisinden hep nefret etti. Ve o gün de bu nefretinden vazgeçmedi, aksine daha da nefret etti kendisinden. “Neden yakışıklı değilim ki?” diye kendisini yedi, bitirdi hazırlanırken. Bu haliyle Aysu’ya layık değildi ki… Hiçbir zaman buluşmak için zar zor ikna ettiği Aysu kadar güzel olmayacaktı. Aysu… sadece tek bir kişi değildi Aysu; ilkokul birinci sınıftaki ilk aşkı, lisede ilk tokadı yiyerek çıkma teklifini olumsuz yanıtlayan diğer kız ve üniversitede sadece izlediği, yanına gitmeye dahi cesaret edemediği o kız… isimleri aklından uçup gitmişti, işte o yüzden hepsi Aysu’ydu onların. Hepsine karşı aynı duyguları hissetmiş ve sonuçları da aynı olmuştu. Fakat bu sefer budalaca bir hayalperestlik vardı Fikret’in hafif dökülmüş saçlarla bezeli kafasında ve çok kez kırılmış kalbinde. Hep kaybederek çizmişti yolunu, bu sefer kaybetse bile bu kayıp yoluna atılmış başka bir çizik olurdu sadece. Vay be! Fikret’e bak, kendi kendisine özlü söz bile yazmıştı… Bu sefer ciddiydi, artık feleğin bir yerden dönmesi, şeytanın bacağını bir şekilde kırması lazımdı. Saat 12’yi 10 geçmişti ve Aysu Hanım 40 dakikalık bekletmenin ardından nihayet teşrif edebilmişlerdi masaya. Yüzü asıktı, sanki bekleten değil de bekleyen kişi o gibiydi. Ama olsundu, Fikret böylesi basit bir hatayı dert ederek bu güzel buluşmayı bok edecek değildi. Halini hatırını sorarak oradan açılmasını temenni ettiği yeni konulara bir adım atmış bulundu. Fakat başarısızdı… kuru bir ‘iyi’ ile aldı tonlarca ağırlık yükündeki cevabını. Birkaç tane ter damlası göründü geniş alnında. Ömrünün bu henüz yaşlanmaya başladığı evresinde nihayet şansının yaver gitmesi adına bu kadar çabalamışken bırakmak olmazdı. Bir kez daha atağa kalkmak üzereyken, tam da o sırada Aysu aldı sazı eline…
“Acele kalkmam lazım benim ya, daha erkek arkadaşıma sözüm var. Onunla buluşucam…”
Fok balığını andıran konuşma tarzı bu zamana kadar Fikret’i böyle konuşan insanlardan nefret ediyor olmasına rağmen hiç rahatsız etmemişti ama o anda ta kalbinin en içine kadar nefret etti Aysu’dan.
“Allah belanı versin senin!” diye bağırıp o anda üzerlerine dikilmiş gözlerin nezaretinde tüm nefretini kusmak istedi Aysu’nun sahte suratına, daha doğrusunu sahte olduğunu henüz anladığı suratına… ama yapamadı. Zaten hep kendi içerisinde savaşmıştı insanlarla Fikret. Lisede kavga arayan okul reisleriyle, üniversitede kendisine kıl olan tüm hocalarla, apartman yöneticisiyle, trafikte kaza yapmanın eşiğinden döndüğü taksiciyle… herkesle beyninin içinde kozlarını paylaşmıştı. “Öyle derse yapıştırırım cevabı,” düşüncesiyle bir sürü laf hazırlamıştı zihninde. Öyle demediler. Ezip geçti her biri onu. Ve şimdi de Aysu… ona karşı da ağzını açamayacaktı, masadaki derin sessizliğin takip ettiği bir anda aniden masadan kalkacak ve çıkıp gidecekti. Olaydan üç ay sonra o gittiği herifin de kendisini aldattığını feysbuk’ta paylaştığı durum güncellemesiyle öğrenecek ve buruk bir sevinç yaşayacaktı. Ama sadece yaşayacaktı, neden olduğuna dair cevabını alamayacağını bildiği hiçbir soru sormadan…
Fikret, korkuyordu. Hayatının renklenmek yerine daha da siyaha çalmasından korkuyordu. Yağmurda yürümek, sadece yürümek de değil; pantolonunun paçalarını çekiştirip saçını düzlemeye uğraşmak onu yormuştu. Bu eylemleri hiç aksatmadan yapıyordu, hayatında onunla kalan şu kadarcık şeyi de düzgün tutmak onun en büyük vazifesiydi. Ama yorulmuştu, otobüse binmeye karar verdi. Bindi. İş çıkış saatinden ötürü insan pastırması olacaktı yine… üstelik bunalmıştı da, paltosu hala üzerindeydi. Çıkartmaya gözü yemedi, zaten azmış olan bel fıtığıyla uğraşıyordu bir de bu bulantıya katlanamazdı. Kalabalıkların içerisinde süregelen yalnızlığından mı, paltosunun kalınlığından mı, bilinmez bunalıp inmek istedi. İndi otobüsten. Kısa bir mesafesini otobüsle kat ettiği ıslak ve yer yer çamurlu yoldan yürümeye devam etti. Sırt ağrıları iyice esir almaya başlamıştı onu. İşyerinden izin istemişti fakat bu izin sonuçsuz kalmıştı. Yağmurun insanları çil yavruları gibi dağıttığı bir günde, eğri büğrü sokak kaldırımlarına katlanan tek insandı. Aslında katlanmazdı da, şu yalnızlığı yok mu… kalabalıklar daha da çok hatırlatıyordu kendisine yalnızlığını. Böyle daha iyiydi, yalnızken yalnızlık, başkalarının mutluluğu önünde gitgide sönen bir mum gibi hissetmekten daha güzeldi. Zaten eve de az kalmıştı, tam çocukluğunun geçtiği sokağın yokuşunun başına gelmişti ki, kendi ismini işitti soğuktan sertleşmiş kulakları: “Fikret!..”
Dönüp baktı, çocukluk arkadaşı Mustafa kendisine doğru hızlı adımlarla yürüyordu. Gülümsedi, işyerindeki sahtekarlar gibi yapmacık bir şekilde değil ama, sahiden de içinden gelerek gülümsedi bu sefer. Tam da 15 yıl önce beraber koşturdukları sokağı kat ederken görmüştü eski dostunu. Zamanlama manidardı… “zamanlama manidar” mıydı?.. tanıdık gelmişti bu söz… televizyonda mı, bir yerde duymuştu yakın zamanlardan birinde bu sözü… ilgilenmek istemedi, Mustafa’ya bakarak gülümsemeye devam etti.
“Nasılsın kardeşim? İyisin inşallah… Şeyi soracaktım ben, sende 20’lik var mı acaba? Acil lazım da, varsa çok iyi olur…”
Gülümsemesi yüzünde kaldı Fikret’in. Önce saçsızlaşmış başını sallar gibi oldu, sonra sağ cebinden yeşil bir kağıt parçası çıkartıp verdi karşısındaki çıkarcı herife. “Çok sağ ol kardeşim, kendine iyi bak,” diyerek uzaklaştı oradan Mustafa. Aslında umurunda değildi, Fikret’in kendisine iyi bakıp bakmaması… eğer olsaydı, 10 seneden aşkın görmediği sözde kan kardeşinin saçlarının dökülmüş olması dikkatini çekerdi. Çekmedi. Derin bir nefes aldı, verdiği nefesin karşısında gri bir duman bütünü olarak belirdiğini gördü. Sigara içmediğini anımsadı. Ne sigara, ne alkol, ne de başka bir şey… bu kadar sağlıklı geçirilmeye özenilen bir ömrün böylesi rezil bir hal alacağını kim bilirdi ki… hayat işte.
Bel ağrısı iyice arttı, yokuşu inerken. Tansiyonu düştü. Beyni allak bullak oldu. Ve ne olduğunu anlayamadan birden yere çuvallandı. Koskoca adam, birden kapaklandı yere. Etraflarda kimsecikler yoktu. O gün işten geliş yolunda çektiği eziyetli yolculuğun, aslında doğduğundan bu yana çektiği hayat yolculuğunun küçük bir özeti olduğunu kendisi anlamayacaktı belki, fakat başka bir gün birileri anlardı herhalde. Oysa, kim hatırlayacaktı ki Fikret’i? Bu hayatta yaptığı tek ve en büyük hata iyi niyetli bir “insan” olmak olan bu adam, o gün yerden kalkamadı. Travma dediler. Kimse dinlemedi bile. Arkasından kimse ağlamadı, cenazesine ise hiç kimse gelmedi… ne toplu konuşmalarda ona pikniğe gelme teklifi yapan sahte arkadaşları, ne kan kardeşi Mustafa, ne ilkokul aşkı, ne de Aysu… o gün yağmurların ıslattığı çamurlu kaldırıma çuvallandı Fikret, ve saçsız kalanın sadece başı değil, büsbütün bir ömrü olduğunu ne o, ne de başka biri hiçbir zaman anlayamadı.
180114 // Görkem Çolak – gorkemcolak.blogspot.com – gorkem.colak@gmail.com – @colaGorkem