I.
Bu saatlerde sokağın tadını ancak evdeyken çıkarabilirim diye düşünüyordum, ürkek adımlarla evime yaklaşmışken. Tam apartmanın olduğu kaldırıma geçecekken bir araba yanıma yanaştı, şoför koltuğundaki çocuk etrafta alkol satan bir büfe bilip bilmediğimi sordu, biraz afalladıktan sonra; “Pek işim olmaz öyle yerlerle, kusura bakmayın, bilmiyorum.” dedim. Sonra kendimi hemen apartmanın içine attım, asansör dördüncü kattaydı, çağır butonuna bastım. Sabırsızlıkla kapıyı açarken, içime tuhaf bir his düştü. Derken bir damla, kan…
Onu, aylardır, belki de yıllardır görmüyordum. Şimdiyse önümde, asansör kabininin içinde, kanlar içinde, hareketsiz yatıyordu. Bakakaldım. Gözlerim doldu, hüngür hüngür ağlamaya başladım. Sonra ne oldu, ne yaptım, ne zaman polisi aradım da geldi, hatırlamıyorum. Aklımda kalan tek şey, tatmin olmamış ifadesiyle, sanırım aralarındaki en üst olan polisin bakışı ve ‘o’nu, sedyeyle ambulansa koyuşları var, hayal meyal. Hareketsiz ve savruk… Ben de polis arabasında hareketsiz ve savruktum. Karakola götürdüklerinde, öylesine zayıf düşmüştüm ki, iki memur koluma girmese yürüyemeyecek haldeydim. Bir odaya götürüp sandalyeye oturttular. Yandaki masada bir polis, aklınca bir şeyler söylüyor, ya da olaylar gerçekten öyle gelişti hatırlamıyorum, ben de onaylıyorum. Onaylayıp onaylamamama aldırmadan yazıyordu daha çok. Sonra çıktısını alıp imzalattı. Büyük ihtimalle ertesi günü tekrar çağıracaklarını, olayın sandığımdan daha karmaşık olduğunu söyledi, ben ne sanıyorduysam…
Karakoldan çıktığımda sabaha karşı dört buçuğa gelmişti saat. Bir taksi tutup onu götürdükleri hastaneye gittim. Otopsi işlemleri için sırada bekletiliyormuş. Öyle, otopsi, morg, karakol, ifade, sorgu, polis, doktor, sanki sıradan şeylermiş gibi, kabullenip hiç şaşırmadan tüm bu olanlara, devam ediyormuşum gibi, oysa şaşırmaya takatim kalmamıştı, acıdan, korku ve endişeden, üzüntüden.
Otopsi… Otopsinin neden yapıldığını bir anda anımsayıverdim, nasıl ya da neden öldüğünü anlamak için, yani onun öldüğünü söylüyorlar ve… Biri öldükten sonra neden ya da nasıl öldüğünün ne anlamı var ki? Bir anlamı olacaksa bile bu, devletin sayıları, belgeleri ve bürokrasi için değil, ancak duygularla açıklanabilecek bir şey için olsa gerek. Acil kısmında dışarıdaki bankların birinde uyuyakalmışım iki-üç saat kadar. Telefonum çalınca uyandım. İş için arıyorlardı sanırım, açmadım, sessizde çalmaya devam etti, üç kez daha.
II.
Gözlerim acıyordu, ama önemli değildi. Başımda dün geceden kalma felaket bir ağrı. Belki kahve iyi gelir deyip acil kantinine doğru yürüdüm. Bir köpek, seke seke önümden geçti. Kimse aldırmadı. Kantine vardığımda sıcak poğaça, börek kokuları yükseliyordu, insanlarsa soğuk bakışlarıyla tüm kokuyu bastırıyorlardı. Kahvenin yanında bir tane de poğaça alıp bir masaya geçtim. Tenha gibi görünse de kantinin içinde yalnız iki boş masa vardı. Oturduğum masanın yanında sandalye altına koydukları iki valizle başka bir şehirden yeni geldiklerini belli eden iki genç vardı, sanırım yanlarındaki yaşlı kadın da anneleriydi. Boğazımın kuruluğuna kahve de iyi gelmedi, öksürmeye kalktığımda çocuklardan biriyle göz göze geldim. Çocuk hemen gözlerini kaçırdı. Bense çocuğa baktığımı fark etmediğimden irkildim.
Çabucak önümdekileri bitirdikten sonra, morga gidiyordum. O anda anımsadım nerede olduğumu, neden burada olduğumu. Morg yazan tabelanın altındaki kasvetli kapıdan içeri girdiğimde, orada duran yaka kartlı kadına içeride bir yakınım oldu-ğunu, görmek istediğimi, mümkünse alıp götürmek istediğimi söyledim. Bu son isteğim yalnız bir düşünce olarak kalmış da olabilir, hatırlayamıyorum. Adını sordu. Söylemekten çekindim, korktum, çok korktum. Morgda adını söyleyip bulmak istediğim en son kişiydi belki. Söylemek istemedim, hiç istemedim. Kadın bir süre sonra yeniden; “Beyefendi, yakınınızın adını söyleyebilir misiniz?” dediğinde kendimi silkeledim. Bu böyle olmak zorunda mıydı diyen düşüncelerim çığlığını, onun adını söyleyen fısıltıda duyurdu. Kadın tepki vermeden içerideki odaya gitti. Bense bir duvara dayanmalıydım. Oturacak bir yer yoktu. Sırtımı duvara verip yere oturdum. Morgda, yüzlerce ölünün bir duvar ardında, yaşayan bir ölüydüm. Ne hayatımı, ne işimi, ne arkadaşlarımı ne ailemi düşünüyordum, yalnızca bu… Neden, nasıl gelmişti, kim yapmıştı, kim, NEDEN?!.
Kadın geri geldi, beni yerden kaldırmak için onun adını söyledi. Kalkarken zorlandım, masaya doğru yürürken kadının bakışları hep üzerimdeydi. Otopsi işlemlerinin tamamlandığını, hastenede yer kalmadığı için adli tıp kurumu morguna sevk edileceğini, sevk için de aracın gelmesini beklediklerini söyledi. Neden işlem bittiği halde onu götüremediğimi sordum, “mevzuat böyle” dedi. Cevap vermese daha iyiydi. Görebilir miyim dedim, “maalesef” diye ekledi, daha da sinir oldum. Ama itiraz edecek hâlim de yoktu, eninde sonunda onu alacak, son bir kez bakıp, cevap alamama pahasına sorular soracaktım, sonrası meçhul… “Peki ne zaman sevk edilecek, onu söyleyin bari?!” diye çıkıştım, tahminen aracın öğleden sonra geleceğini, bu aşamada benim yapacak bir şeyim olmadığını, görevlilerin gerekeni yapacaklarını ve benim için en iyisinin eve gidip dinlenmem olduğunu söyledi. “Hayır bekleyeceğim.” dedim. Arkamı dönüp, az önce oturduğum yere tekrar çöktüm. Kadın, içeri gitti.
Sonra telefonum çaldı, bu kez ikinci çalışında açtım.
– Nerdesin, …
– Morgda
– Ne morgu, ne saçmalıyorsun, hadi söyle nerdesin, bak geçen gün anlaştığımız gibi bavuluma şiir kitapları doldurdum, gel hadi.
– …
– Alo… Ciddisin sen! Söyle allah aşkına ne oldu?!. Kim, kim?.. Sen, iyi misin, hangi hastanedesin, nerdesin be adam!..
– Okuldaki
– Bekle, bir yere ayrılma ordan, hemen geliyorum, allah kahretsin talihsizliğe bak, bitanem ne olur kendine hakim ol, bekle, hemen geliyorum!..
– …